24 Nisan 2016 Pazar

TÜRKİYE’NİN TERÖR GÜNDEMİ



Türkiye uzunca bir süredir kendi yerel sorunlarıyla boğuşmakta. Bunların başında binlerce güvenlik görevlisinin şehit olmasına, on binlerce sivilin hayatını kaybetmesine ve yaralanmasına neden olan terör sorunu geliyor. Kısa aralıklar hariç terör ateşini sürekli içinde veya yakınında hisseden Türkiye, 2015 yazından itibaren çok daha güçlü bir terör dalgasıyla karşı karşıya.

Önündeki zorluk aşılması ne kadar güç olursa olsun, terörle mücadelede uzun yılların birikimine sahip Türkiye gibi bir ülkenin, terör tehdidiyle baş edebilmenin yollarını bulmak konusunda devlet seviyesinde daha donanımlı, ‘mürekkep yalamışlar’ seviyesinde de daha bilgili olması beklenir. Ancak son dönemde yaşananlar, bu iki önemli aktörün söz konusu beklentileri karşılamakta yetersiz kaldığını ortaya koyuyor. Halkını terörden korumakla mükellef devletin ve terörle mücadelede kamuoyunu şekillendirme imtiyazına sahip kalem ve fikir erbabının hatalarına rağmen, bizatihi halk terör konusunda daha doğru, yerinde ve mutedil tavrı takınan aktör konumunda.


Kamu diplomasisi ve yasaklar

Terör, en kısa tanımıyla, ‘ölü üzerinden propaganda’ anlamına gelir. Yani terör bir propaganda savaşıdır. Bu açıdan terörle mücadelede ana hedeflerden biri terör örgütlerinin propaganda güçlerinin etkisizleştirilmesi olmalıdır. Terör örgütlerinin propaganda tekniklerini yakinen bilen ve terörle mücadelede ciddi bir hafızaya sahip Türkiye’nin, propaganda savaşının nasıl verileceği konusunda eski deneyimlerinden ders çıkarmış ve yeterli olgunluğa erişmiş olması beklenir.

Eski deneyimlerin Türkiye’ye öğrettiği en önemli ders, ‘fısıltı gazetesi’nin dolaşıma sokulmasının doğuracağı riskler konusunda ortaya çıkıyor. Zira terör olaylarının ‘tamamına’ ilişkin getirilen yayın yasakları, niyetlenen bu olmasa da, fısıltı gazetesinin daha geniş kitleleri etkileme fırsatına sahip olmasına yol açıyor. Son dönemde yasaklar öyle bir boyuta ulaştı ki terör örgütü yandaşlarının tamamen hayal mahsulü ürettiği fotoğraf ve içerikler, pek çoğu Suriye’deki trajedilerden kopyalanmış insan manzaraları Türkiye’ye aitmiş gibi dünya medyasına servis ediliyor ve ilgili mecralarda yankı uyandırıyor.

Oysa mücadele meşruiyeti elinde olan otoritenin gücü, yayınları yasaklamaktan ziyade tam tersine olup biteni bütün açıklığıyla herkesin önüne sermesinden ve bu yolla başta kendi toplumu olmak üzere dünya kamuoyunu mücadelesine ortak etmesinden kaynaklanır. Bunu başarabilmenin tek yolu, sansürün ve yasağın tamamen istisna olduğu bir mücadele sürecini yaşama geçirmekten geçiyor. Yasak ve sansürlerin istisnai durumdan ziyade rutin birer uygulama hâline dönüştürülmesi, yürütülen mücadelenin saklanması gereken yönlerinin olduğu izlenimini doğurur. Yani yasaklar, meşru güç kullanma tekeline sahip devletin elinde bulundurduğu bu imtiyazı önemli ölçüde sorgulanır hâle getiriyor. Oysa terörle mücadelede kamu diplomasisi, serbest tartışma ortamıyla fikirlerin hiçbir kaygı duyulmadan dolaşıma sokulmasıyla mümkün kılınabilir.

İstihbaratsız mücadele kördür

Güvenlik önlemlerinin merkezinde sokaktaki güvenlik güçlerinin sayısından ziyade teröristlerin planladıkları eylemden önce yakalanması yer alır. Bir terör eyleminin önlenebilmesine ilişkin istihbarat ise minimum ölçüde teröristin eşkâlini, yerini ve hedeflediği takribi eylem alanını içerir. Yani operasyonel bir istihbarat, önleme faaliyeti bizatihi teröristin eylem öncesi yakalanması ve etkisiz hâle getirilmesi anlamına gelir.

Gerçekleşmiş her eylem sonuçları bakımından terörist hanesine yazılan bir başarıdır. Bunun için, devletlerin terörle mücadele başarısında kıstas, planlanan bütün terör eylemlerini yapılmadan engelleyip engelleyemediği gerçeği olmasına karşın; teröristlerin kendi kriterleri açısından zaferi, birçok denemeden en azından birini başarabilmesi ile ölçülür. Zaten bu yüzden terörle mücadele ‘asimetrik’ ve içinde büyük zorluklar barındıran bir savaştır. Nedeni her ne olursa olsun bir ülkenin en önemli finans, turizm ve siyasi merkezlerinde birkaç ay içerisinde 5-6 saldırı gerçekleşiyorsa terörle mücadele yöntemlerinde bazı prosedürlerin gözden geçirilmesine yönelik öneriler dikkate alınmalı. Aksi takdirde, sürekli mazeret üretilerek başarısız hikâyelere yeni trajedilerin eklenmesi kaçınılmaz olur. Terörle yüzleştiği bunca zaman dikkate alındığında, Türkiye’nin bu hesaplamaları yaparak hatalarından ders çıkarabilecek olgunluğa sahip olduğunu düşünmek ve kamu otoritesinden buna uygun bir tavır beklemek bu ülkedeki her vatandaşın hakkıdır.

Direnmek mi kanıksamak mı?

Diğer taraftan gazete, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçları yoluyla kamuoyu oluşturma gücüne ve imtiyazına sahip entelektüellerimizin terörle mücadele hususunda yeterli fikir olgunluğuna sahip olmaları beklenir. Örneğin; Türkiye’nin bir Ortadoğu ülkesi olduğu ve kaçınılmaz olarak Bağdat, Beyrut, Şam’daki saldırılara benzer terör eylemlerinin gündelik hayatın rutini olabileceği şeklinde çok tehlikeli çağrışımlar barındıran fikirler ‘mürekkep yalamışlar’ tarafından seslendirilebiliyor. Benzer şekilde terörün artık alışılması ve kanıksanması gereken bir olgu olduğu şeklindeki fikirler ve “teröre direnmek” ile “teröre teslim olmak” kavramları arasındaki farkı ortadan kaldıran yaklaşımlar televizyonlarda milyonlara hitaben söylenebiliyor.

Fakat toplumu teskin etme, muhtemel bazı terör olaylarına hazırlama ve olaylara bağışıklık kazandırma ile olayları kanıksatma ve normalleştirme arasında büyük bir fark var. Bu fark teröre direnme ile teslim olma arasındaki farktır. Evet, terör saldırıları karşısında toplum olarak tek yürek ve omuz omuza gündelik hayatımızı korkmadan ve sinmeden sürdüreceğiz, şeklindeki yaklaşım önemlidir. Bu yaklaşım, saldırılar enine boyuna tartışıladursun ortaya çıkardığı tahribatı ve dehşeti görmezden gelmemizi ve onu sıradanlaştırmamızı gerektirmez. Tam aksine, her bir terör eylemi tüm boyutlarıyla baştan sona incelenmeli, tartışılmalı, gazetelerde manşet ve televizyonlarda ilk haber olmalıdır.

Eylemleri küçülterek ve önemsizleştirerek toplumu tek yürek hâline getirmek şöyle dursun, tam tersine terör karşısında umursamaz, belirli bir süre sonra da bu tür ölümlerin hayatın olağan akışının bir parçası olduğunu düşündürtecek bir kaderciliğe mahkûm ederiz. Bir toplum için en tehlikeli şey, en vahim yanlışların olağanlaşması ve en dehşetli sarsıntıların insanlarda hiçbir etki uyandırmamasıdır. Oysa terör gibi can yakıcı, toplumun bütün genlerine hücum eden saldırılara yine toplumun tümü olarak direnebilmek ve doğru tepkiler verebilmek, mücadelenin kazanılması bakımından önemlidir. Bu başarıda kavramların yerli yerinde ve doğru kullanılması halkın direncini pekiştirme istikametinde yadsınamaz bir önemi haizdir.

Bu bağlamda şunu da belirtmek gerekir ki haklı olarak sorduğumuz ‘Batı dünyası Türkiye’deki terör saldırılarına neden Brüksel’deki ya da Paris’teki saldırılara verdiği tepkiyi vermiyor?’ sorusunun cevabı, bizim kendi acılarımızı hangi kavramlarla ve nasıl değerlendirdiğimizle de yakından ilgili. Dünyanın önemli bir kısmının “Je Suis Paris” (Ben Paris’im) demesine mukabil “Je Suis Ankara”ların olmamasının altında Batı’nın duyarsızlığı kadar bizim terör saldırılarını olağanlaştıran tavrımız da yer alıyor. Biz kendi yaşadıklarımızı ‘Ortadoğu rutini’nin bir parçası şeklinde tanımlarsak gelişmiş dünyanın yaşadıklarımıza bigâne kalmasındaki mesuliyetimizi de görmemiz gerekir.

Toplumun başarısı

Terörle mücadelenin muhasebesi yapılırken Türkiye’nin başarı hanesine yazılacak kalem, hiç şüphesiz Türkiye toplumunun tavrı olacaktır. Halkın sağduyulu ve yaşanan çatışmaların arkasındaki kişilerin izini süren tutumu neticesinde olay, hiçbir zaman olmadığı gibi, günümüzde de etnik veya dinî bir çatışmaya dönüşmemiş durumda. PKK, IŞİD gibi örgütlerin terör eylemleri toplumsal savrulma ve çatışmalara dönüşmüyor. Önümüzdeki tablo halkın terörle mücadele konusunda ciddi bir sağduyu ve dirence sahip olduğunu gösteriyor.

Buna karşılık, benzer terör eylemleri Avrupa’da yaşandığında toplumda çok ciddi problemlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Batı sokaklarında, bir terör eyleminin hemen akabinde, ırkçı söylemler artıp terör eylemine iştirak etmek şöyle dursun bunları lanetleyen masum milyonlar hedef tahtasına konulabiliyor. Yani terör, toplumda yeni depremlere yol açmak için tetiklemek istediği fay hatlarını Avrupa’da daha rahat harekete geçirebiliyor. Temel yöntemi, toplumları öfke ve nefret üzerinden düşmanlaştırmak ve ayrıştırmak olan terör, Türkiye’de geçmişten günümüze bu alanda neredeyse kayda değer hiçbir başarı elde edemedi. Halkın terör konusuna yaklaşımı hiç şüphesiz bu ülkenin en büyük kazancıdır.

Not: Bu yazı ilk olarak Analist Dergisinin Nisan 2016 sayısında yayınlanmıştır.

Kaynak:Prof.Dr.İhsan BAL/USAK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder